15 Temmuz 2010 Perşembe

Bir çakalın ahtapotla imtihanı...


Ceplerini son kalmış bir leblebi tanesi bulma ümidiyle karıştırırken eline bir kağıt geldi. Kağıdı alıp baktığında 1 hafta önce oynadığı ve 8 maçtan yalnızca bir tane 1.05 oranlık bir maç tutturduğu iddaa kuponu olduğunu anladı. Düşününce bu son iki sene içinde kısa yoldan köşeyi dönme çabalarının hepsi yatmıştı. Şansına, tüm şans oyunlarına ve anlamadığı bir şekilde Ankara 13. noterine küfürler sayarak evin yolunu tuttu. Eve geldiğinde her zaman yaptığı gibi annesine ne yemek yaptığını sordu. Cevabı beklemeden televizyonun karşısına geçti. Haberlerde dünya kupasında 8de 8 yapan Ahtapot Paulü gösteriyorlardı. "Ulan şundaki yetenek bende olsaydı ne kupon yapardım" deyip aklının ve hayalgücünün ne kadar kıt olduğunu gösterdikten sonra birden aklına harika sandığı bir fikir geldi; bir ahtapot alacaktı. Gidip aynı zamanda Bihter tokasıda satan bir dükkana girerek tahmin yapan ahtapot aldı. Eve gelirken çok heyecanlıydı aklına kazanacağı onca para geliyordu. Eve geldi minicik bir fanusun içine koydu bu ahtapotu. Ahtapot klasik türk zevklerine göre düşenmiş evi(tül perde üstü altın rengi perdeler, üstü ekose desenli kanepeler, bilgisayar ve bilimum şeyler üstü dantel vs.) hiç yadırgamadı. Sanırsın Pasifiklerde yüzerkende dantelliydi her taraf. Bi tek döşünde kılı eksikti. İlk kuponunu yapmak için hazırlıklara başladı. Finlandiya 1. Ligindeki iki takımın bayraklarını aldı suya daldırdı. Ahtapot ne yapıyon sen der gibi suratına bakıyordu. O ise bunu beraberliğe vererek kupona 0 yazdı. Tabiki maç berabere bitmedi. Ahtapota sinirlenen adam 3 gün yemek vermeyince ahtapotun aklı başına geldi ve akvaryumun içine şeftali atılsa üstüne atlayacak kıvama geldi. Fakat 16 kupon sonunda en çok yaklaşılanıda tek maçtan yatınca bizimki sinirlenip ahtapotu akşam yemeğinde pişirmeye karar verdi. Ahtapot her ne kadar elini ayağını öpim tarzında eline yapıştıysada adam acımadı. Adam tam bıçağı vuracağı anda ahtapot dile gelip "abi bu sene fener Türkiye Kupasını alacak gel sen fenere oyna asıl voliyi vur" dedi. Adam ilkokullarındaki fabllardan olsa gerek hayvanın konuşmasına hiç şaşırmadı. "Sahi mi lan" deyip heyecan içinde iddaa bayiinin yolunu tuttu. Fenere bahsi yatırdı ve o sene fener 27 yıllık özlemine son verip hakikaten kupayı aldı. Adam 1e 227 veren kupondan köşeyi döndü ve onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine...(Bu yazıda geçen kurum kuruluş ve olaylar tamamen hayal ürünüdür. Gerçek kişi, kurum, kuruluşlar ve kupalarla alakası yoktur)

Not: Resim büyük uğraşlar sonucu paintte el değmeden hazırlanmıştır.

11 Temmuz 2010 Pazar

Cihan'ın ıssız ada günlüğü

1. GÜN
Sahilin kenarında yarı baygın uyandım. En son hatırladığım azgın dalgalar,geminin bi sağa bi sola beşik gibi sallanması ve üzerime doğru gelen bi düdüklü tencere. Ayağa kalktım ve üstüme bir baktım. Bütün o adalarda mahsur kalanların aksine benim üstüm hiç yırtılmamış ve yepisyeni bi takım elbiseyle adaya düşmüştüm. Cebimde bulduğum kalem ve "Mıçılar Otomotiv" ajandası sayesinde bu günlüğü tutuyorum. Bu adada hayatta kalmak için Robinson Crusoe, Survival- Kızlar Erkekler ve Murat Kekilli'den öğrendiklerimi kullanacam; umarım bu akşam ölmem.

2. GÜN
İlk gün adayı biraz gezdim. Anladığım kadarıyla ıssız ada. Neyse ki ıssız adaya düşersem yanıma alacağım üç şey de yanımda: Takım elbisem, kalem ve "Mıçılar Otomotiv" ajandam. Adayı gezişim sırasında keşif yapan çılgın bir kaşiften çok, takım elbise sayesinde, Adana Defterdarlığı'nı teftişe gelmiş gibi bir havam vardı. Akşam da denize girdim. Buz gibi valla, kimse de olmuyor o saatte, tenha oluyor deniz, sakin sakin giriyorum.

3. GÜN
Adayı iyice öğrenim diye gezme niyetiyle yola çıktım ama 100 metre ileri, 100 metre geri gittikten sonra sıkılıp sahilde güneşlenmeye karar verdim. Uyuyakalmışım. Uyandığımda amele yanığı olmuştum. Denizde 1-2 taş sektirdikten sonra ceketimi kemerime sıkıştırıp kravatı da kafama yandan bağladıktan sonra, gömleğimin de düğmelerini açarak "mari ye kafayı, mari ye beynini, iç iç kudur, kuduuuur" ezgileri eşliğinde göbek atmaya başladım, sonrasında "şakşuka" ve "ille de roman olsun"la devam ettim.

4. GÜN
Biraz da ormanı öğrenim diye tam ormana girerken bi kuş öttü koşarak geri kaçtım. Yok hacı girilmez bu ormana, iti var kopuğu var. Alimallah bi aslan gelse parçanı bulamazlar parçanı. Bu yaşta da maymunla sincapla muhattap olmayim. Sahil iyi, sahil güzel. Hiç değilse güvenilir, belki ilerde bi silah, mızrak neyin yaparım öyle girerim cangıla.

5. GÜN
5 gün boyunca bıktım muz yemekten, hindistan cevizi suyu içmekten. Bu bünye de istiyor sonuçta haftada 1 kebap şalgam. Biraz gezince koruk buldum yedim biraz. Elma, armut falan buldum da bu mevsimin meyvesi değil bu hormonludur şimdi. Ama erik iyi mahsül vermiş bu sene. Bu adada bi faydalı yiyecek yok arkadaş. O kadar gezdim bi acur, bi bezelye, bi fasulye bulamadım. Hele o yüzden bu afrikalılar böyle zayıf. Ben de her gün tropik yesem ben de dal gibi olurum valla. Adamların boğazlarından faydalı bişe geçmiyo ki, habire hazır yiyolar. Discovery Channel'daki adam gibi yılan kurbağa neyin yeyim dedim de o da yenmez be, siğil atar o siğil.

8. GÜN
Valla üşendim 2 gün yazmadım. Pek de bişe olmadı gerçi, tüm günüm denizle, kumla, tropikle, timsahlara taş atmakla geçiyo. Kaç gün oldu bi yaralı parmağa işemişliğim yok. Bi dam yapim başımı sokacak dedim de, bu gün yatim yarın erken kalkar başlarım.

9. GÜN
Hava çok sıcak. Takım elbise de kırışmasın diye çıkarıp palmiyeye astım. Bi denize batıp çıktım ki bi de ne görim. Zencinin biri bana bakıyo. Koştum giydim takımı. Valla zencinin karşısında sakat iş öyle takımsız. İletişime çalıştım da türkçe de bilmiyo ingilizce de."Ich mache meine hausaufgaben" dedim yok, "Je'taime" dedim yok,"Koniçiva" dedim yok,"Adios Amigos" dedim yok, anca "unga bunga" desin bu. En son vuvuzela dedim de heyecanlandı." He gel o zaman" dedim, palmiye yaprağıyla bi top yaptım, taşları da koyduk, bunla tek kale maç yaptık mini dünya kupası mahiyetinde. Buna bi çalım attım sonra da topu çizgiye getirip kafayla yavaşça içeri attım, gittim denize karşı okçu hareketi yaptım, Türkiye ilk defa dünya şampiyonu olmuştu.

10. GÜN
Buna Türkçe öğretmeye çalıştım dili dönmedi, 1-2 küfür öğrettim bıraktım. Unutmasın diye tüm gün adada bağıra bağıra küfür ediyo. Geldi bana bakarak söledi, sinirlendim "sıs len" dedim ağzının ortasına vurdum bi tane, gitti palmiyede ağladı. Hala birbirimizle küfürleşerek iletişiyoruz. Geçen yemek yerken konuşmaya çalıştı "lan bari sofrada etme be günahtır" dedim, alındı.

11. GÜN
Bu zenciye bi isim bulmak lazımdı, böyle zenci aşağa zenci yukarı kötü oluyo, insanın aklına binbir türlü şey geliyo. Geldim yanına senin adın "Cumartesi" olsun dedim. Sonra düşündüm de çok özenti oldu. "Veysel" olsun senin adın dedim. Aklıma gelen ilk ismi söylemiştim. O da olmadı. Zenciye Veysel hiç yakışmadı, hadi Süleyman falan daha bi zenci ismi ama Veysel ne ya, insanın aklına direk beyaz, uzun boylu, kolormatik gözlüklü bi adam geliyo. Aklıma gelen en karizmatik zenci adını verdim buna "Mc Hammer" dedim.Bi de elense çekmeyi öğrettim, kimi görse deniyor, kaplumbağa falan hep şikayetçi ama babundan temiz bi dayak yedi.

12. GÜN
Bi balıkçı teknesi geldi. Buna dedim ki git ormana maymun seni çağırıyo. İnandı kerizim, yüzdüm gittim bindim tekneye, ne alacam yanıma elalemin zencisini, daha da arayıp sormam zaten faydasızı. Ada da ne sıkıcıydı arkadaş, çıkmadı ki bi kutup ayısı falan LOST olsa, Kate olsa böyle bilim adamları falan havamızı bulsak. Allahım düşmanımı düşürmesin, bi lokma ekmeğe hasret kaldık, korkudan uyuyamadık zencinin yanında. Kaç günü ziyan ettik kumda cangılda. Bundan sonra da denize gitmem zaten tatile, varsa yoksa Kumburgaz.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Okula başladığı yıllarda milli bayramlarda duyduğu "Atam İzindeyiz!" lafı Yasin'i derinden etkilemişti. Tek sorun vardı; Yasin lafı yanlış anlamıştı. Ve olaylar gelişti...

3 Temmuz 2010 Cumartesi

"baron_worm"'e Ağıt

Ergenlik...Aynı mental hastalıklar(cümle içinde kullandım ve mutluyum:) gibidir. İçinde olduğunuzu ve sizi zihinsel olarak kontrol ettiğini kabul etmezsiniz fakat o ordadır. Size istemediğiniz bir çok şeyi yaptırır. Ergenlerin davranışları agresif ve kendi türündekiler hariç diğer insanlar için tuhaftır. Hatta halk arasındaki "Ne o ergen gibi bağırıyon!" lafıda bunun göstergesidir. Gelişen hormonları ve hormonlar sayesinde gelişen şeyleri hariç hiç bir ilerleme göstermez(karşı cinsi etkileme girişimleri için öğrenilen gitarda hormon etkisi sayılır). Bu vikipedia bilgilerinden sonra asıl konuya dönelim. Benimde bol sivilceli, az mantıklı günlerim vardı ve bu günlerden kalan ve nereye gitsem peşimi bırakmayan, benimle birlikte gelen bir şey vardı; Mail adresim! O zaman eğlenceli gibi gelen fakat şimdi düşününce hiç bir mantık çerçevesine oturtamadığım baron_worm ile başlayan mail adresim. Yavaş yavaş ergenlikten sıyrılıp, içimde pazar günleri golf oynama isteği doğuran yetişkinliğe doğru ilerlediğim şu günlerde böylesine bir mail adresi, akülü araba ile okula gitmek gibi kalıyordu. İnsanlar mail adresimi istediklerinde etrafımdaki şeyleri kırmak dökmek istiyordum. Tohumların fidana, fidanların ağaca döndüğü yurdumda değişmemek benim haddime değil dedim ve sonunda eyasin ile başlayan normal insan adresi alarak mavi hapı almış bulunuyorum.

Size hem klasik ergen davranışlarına örnek olarak, hemde benden mail istendiğinde hissettiklerime tercüman olduğundan dolayı bu videoyu sunmaktan gurur duyarım, Ergen Emrahtan geliyor: Kırıcı Oluyorsun!




2 Temmuz 2010 Cuma

Bunu yaptım

Cihan : Nerde okuyosun?
X : Mimar Sinan mimarlık.Sen?
Cihan : Osmangazi osmanlık.

1 Temmuz 2010 Perşembe

Uluslararası dilbilgisi

Bu dünya kupası sırasında ülke isimlerini sıkça telaffuz etmemiz sonucu kafama takılan birşeyi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Ülkeler ve o ülkeye mensup kişilerle ilgili güzel Türkçemizde müthiş bir belirsizlik söz konusu. Şöyle ki; Almanya'lı kişilere Alman, Japonya'lı kişilere Japon diyoruz, yani sondaki "-ya" ekini atıyoruz. Peki neden İspanya'lı kişilere İspanyol diyoruz da İspan demiyoruz veya Brezilya'lı kişilere Brezil demiyoruz.
Birçok ülke için bu gibi durumlar geçerli. Diğer ülkeler için de durumu bir düşünürseniz ortada bunun için hiç bir dilbilgisi kuralı olmadığını, bu işin tam bir kaos olduğunu görürsünüz. Türk Dil Kurumu çalışanlarını göreve çağırıyorum, bu ihtilafa bir an önce çözüm bulsunlar. Lütfen ama...

Bir de bu gibi uluslararası olaylarda ülkeler dünya literatürüne kendi kelimelerini kazandırıyorlar. Mesela tüm dünyayı etkileyen yanardağ patlamasında İzlanda tüm dünyaya afedersiniz seve seve Eyyafyallayöküll dedirtti.Ha bana sorarsanız bu olay şöyle gerçekleşti: yanardağ patladıktan sonra tüm dünya bu dağın ismini sordu,o sırada canı sıkılan başbakan yanındakine eğilip "bak şimdi ne yapacam" deyip bu ismi verdi.Ya da resmi yazışma sırasında dağın ismini yazarken klavye yere düştü, ne bilim işte... İzlanda gibi güzide bir ülkemizde bu kelimeyi barındıran bir dilin konuşulmasını hazmedemiyorum bir türlü.
Bir diğer örnek ise "vuvuzela". Daha 2 ay önce vuvuzela dendiğinde "doktor bana da verdi ondan, ne zaman ağrı hissetsen bi tane iç 2 saate bişeyin kalmaz dedi" diyen halkım şimdi kola kapaklarında vuvuzela avına çıktı.
Ha peki ben şimdi bunu niye anlattım.Bence biz de bir kelime seçelim ve ilk uluslararası olayda bu kelimeye vurgu yapalım.En mantıklısı yabancıların en zorlandığı kelime olan "misafirperver" olabilir. Her fırsatta "Türk insanı çok misafirperver" demeye çalışırken ağzı yamulan, "misoforporvor, misafirpirvir, mesapüfrövröv, möpsrvrpisrğ" falan diyen yabancılara da öğretmiş oluruz kelimeyi. Ha yok bana sorarsanız şöyle bişey daha güzel olur sanırım:
- UZUN ZAMAN SONRA AĞRI DAĞI'NDA PATLAYAN YANARDAĞIN ADININ ŞEMSİPAŞAPASAJI OLDUĞU AÇIKLANDI-

Bir diğer önerim ise vuvuzelalarını dünyaya tanıtan Güney Afrika gibi biz de milli maçlarda "zurna" çalalım. Mantık aynı. Hem bizimkinde nota falan var. Bi de tesbihle, gümüş bilezikle, kolyeyle falan süsledik mi zurnayı, al sana kültür dopingi. Tüm dünyaya alıştırırız valla. Nasıl ki herkes 1-2 maç sonra alıştı vuvuzelaya, pekala zurnaya da alışırlar. Gelin kulak verin bu sessiz çığlığıma, kültürümüzü tüm dünyaya tanıtalım ki neler çektiğimizi görsünler :D