27 Ağustos 2010 Cuma

Aşk bambaşka birşey...


6 yaşında hayat dolu, mahallenin kralı olduğum, daha okul denen o anti-anti-depresan başlamadan önceki güzel günlerimdi. Babam ve bir arkadaşı bi gün onunla eve geldi ve o andan itibaren hiç birşey eskisi gibi olmadı. Onu daha ilk gördüğümde vurulmuştum. Onunla birlikte yapacağım şeyler yaşayacağım güzel günler gözümün önüne geliyordun (plaj yada orman gibi mesire yerlerinde aynı ivmeyle birbirine koşmak , ağacı olaya karıştırarak suç ortağı yapmak vs.). Velhasılıkelam birlikteliğimiz böyle başladı ve 15 senedir farklı evrelerde devam ediyor. Birlikteliğimizin en büyük sınavını 98 adana depreminde verdik. Onunla vakit geçirirken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordum. Ve o günde yerlerin sarsılmaya başladığını annem haber vermişti. Hiç paniğe kapılmadım. Ellerim onun üzerindeyken, şangır şangır titreyen ve üzerimize devrilmek üzere olan içinde kristal vazoların ve bebek biblolarının olduğu vitrinimizide ayaklarımla zaptetmeye çalışıyordum. Dışarıda ailemin sesi geliyordu ben ise ona kendimi kaptırmış, yanında kendimi güvende hissediyordum. Fakat bir anda aramızdaki bağ koptu. Kendimi boşlukta hissettim sonraki 2 3 saniyede kendime gelip dışarı atıldım. Annem bana bağırıyordu "-Şimdi atari oynamanın sırası mı?", anlayamazdı, ne kadar anlatsamda anlayamazdı AŞK bambaşka bir şeydi...

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Ne yaptın Milliyet

Aşağıdaki resim Milliyet Gazetesi'nin internet sitesinden bizzat kendim tarafından çekilmiştir. Resimin yukarısındaki adres çubuğundan da görülebileceği gibi bizzat milliyet.com.tr 'dir.
Ya Milliyet; Allah aşkına bu nedir ya.Bu ne ya, bu ne!!! Yani haberlerinde ufak tefek alışmıştık "en iyi kalçalar, sexi tenisçiler, yi beni" gibi bağlantılara ama artık iyice abartmışsın be Milliyet.Ergenlerin en çok girdiği internet sitelerinden biri oldun. Artık şu sitenin adını "milliyetporn" koy da sen de kurtul biz de kurtulalım.


8 Ağustos 2010 Pazar

Karpuz seçmek veya seçemek, işte bütün mesele...


"İşler nasıl gidiyor dayı?" Bu aslında cevabı belli soru cümlesi kuzenime aitti. Bu cümle kuzenimin sülale hiyerarşisindeki yerini sağlamlaştırırken, beni yan odada oynayan yaşları 7 ila 13 arasında değişen kuzenlerimin yanına gönderiyordu. Sülale hiyerarşisindeki yerini almak o mevkide kalmaktan daha önemlidir. Çünkü eğer hal hatır soran +18 biriyseniz aile tarafından adam olmuş yaftasını yapıştırmak o kadar zor değildir. Bu mevkinin getirileri çok büyüktür, fakat bir çok şeyden feragat etmek gerekir. Mesela, arkadaşlarınızla internet kafeye gitmemeyi, gömlek ya da ütülü tshirt ve altına keten pantolon dışında bir şey giymemeyi, temiz traşlı olmayı ve en önemlisi mangal yapmayı bilmeyi gerektirir. Bunlar zaten adam olmuş ergen çıkması kuzenin zaten yaptığı şeyler olduğu için, bunlar onun feragat etmesi yada zorla yapması gereken şeyler değildir. Bunlar ailenin uzun saçlı, küpeli, sakallı, ütüsüz tshirt giyip dışarı sadece arkadaşları çağırınca çıkan ve genellikle bırakılsa saat 3e, 4e kadar uyuyacak olan kabile bireyinin yapması gerekenlerdir. Bu mevkinin en önemli ödülleri ise masada yer yokken çocukların masasına gönderilecek kişi olmamak, akraba sohbetlerinde hal hatırdan başka muhabette katılabilmek ve en önemlisi misafir çocuğu geldiğinde oyun açacak kişi olmamaktır. Babam "İyi murat nasıl olsun işte" diye beklenilen cevabı verdiğinde arkasından benim ve kuzenimin karşılaştırmalı yorumlarının yapılacağını anlamıştım. "Ben çıkıyorum" dedim. Ben çıkarken karpuz almamı istedi babam. Yanıma kuzenimide almam söylendi. Bende emirlere itaat edip dışarı çıktım manavın önüne geldiğimizde gözüme kestirdiğim ilk karpuzu aldım. Fakat kuzenim karpuzun kelek olduğunu söyleyerek tüm karpuzları sırayla tokatlamaya başladı. Bir tanesini alıp eve dönerken karpuz seçmenin incelikleri hakkında kısa bir nutuk dinledim. Eve geldiğimde yeni bir akraba grubu daha içeri girmişti ve tüm yerler dolmuştu. İçeride kuzenimin yeri bırakıldığı gibiydi, benimki ise resmen istilaya uğramıştı. Oturdu. Annem içeride bağıran çocukları göstererek onlara oyun açmamı istedi. Bilgisayarı açarken kuzenim siyasetle ilgili klişe yorumları geliyordu kulağıma...

1 Ağustos 2010 Pazar

Bana balık tutmayı değil, makarna yapmayı öğretin.



Üniversiteye başlamasının üzerinden 1 yıl geçmişti. Rahat ve bir o kadarda sıkıcı geçen bir hazırlık sınıfı döneminden sonra bölümünde derslerine başlayacağı ilk seneydi. Ne hocalarını ne de sınıftakileri tanıyordu. Hazırlıkta tanıştığı tek kişi yanında oturan ve durmadan hayata, derslere, hocalara ve hatta sonunda nasıl beceriyorsa konuyu getirip allaha bile küfreden depresif bi adanalıydı(gurbette adanalılar zaten çekilmez bide depresifi pazartesiler gibi hiç çekilmez). Onunlada bi daha görüşmek istemiyordu zaten. Onun dışında liseden tanıdığı ve aynı şehirde okuyan arkadaşları vardı. Ve tabi birde sevgilisi... Derslerin başladığı ilk gün tanışma faslı olur diye okuluna gitti. Okula gitti fakat ilköğretim ve lisede olduğu gibi 1 gün süren bir tanışma seremonisi yaşanmadı. Hakkında bir şeyler öğrenebildiği tek kişi hocası Fikret Gürgen oldu. Oda tahtaya ismini yazmış ve sınavda dikkat ettiği şeyleri söyleyip(tüm işlemler yazılacak, düzgün yazı olacak, verilenler yazılacak vs. ve en önemlisi kağıdın 2 parmak yanından başlanacak) derslerine başlamıştı. Ondan sonrada her üniversitede bulunan türden bir hoca derslerine girmiş ve sınıfı klişe bombardımanına tutmuştu. Tahtanın sonuna kadar giden sıfırların başına bir koyma numarasından sonra geçmişteki öğrencilerinin başarı hikayeleri ile devam etmiş ve son darbeyi de Abraham Lincoln'ün hayatından kesitlerle indirmişti. Bu hocanın ismi önemli değildi onun için zaten hatırlamadı hiçbir zaman. İlk vizelere girdiğinde sınavlarının iyi geçmesi moralini düzeltmişti. Sınav sonuçları açıklandığında Fikret hocanın dersinden aldığı not onu şaşırtmıştı. Sınavın çok iyi geçmesine rağmen aldığı not çan eğrisinin eğrilerinde eriyip gitmişti. İtiraz etmek için hocanın odasın girdi. Fakat itirazları hocanın "yalnızca sonuca giden işlemleri yazmışsın" cevabı ile son buldu. Tek yapabileceği şey boyun eğmekti. Bunu takip eden sınavlarda da durum değişmedi. Fikret hoca mutlaka bir eksik buluyor ve kendisini öğrenci cehennemine(yaz okuluna) doğru yolluyordu. Ve sene sonu olduğunda ikinci dönem tekrar aldığı dersin final zamanı yaklaşıyordu. Fikret hocanın dersine çalışmaktan diğer dersleri unutmuştu. kitapta yazan(önsöz, içindekiler ve kaynakça dahil) her şeyi ezbere biliyordu artık. Sınav günü geldiğinde hocanın elinden kağıdı büyük bir güven duygusuyla aldı ve kalemi kağıdın üzerinde zevkle gezdirmeye başladı. Soruları çözüyor çözerken de bütün işlemleri yapmaya dikkat ediyordu. Ve sınav bitiğinde suratına koca bir gülümseme ile hocanın yanına gitti ve kağıdını verdi. Diğer sınavları da ortalama geçmişti. Ama Fikret hocanın dersinden geçmek ona yeterde artardı. Ve sınav sonuçlarının açıklanacağı gün gelip çattı. Heyecandan üniversitenin kötü hazırlanmış ve üniversitenin fotoğraflarından oluşan slayttan başka birşey olmayan sitede kendi bilgilendirme sayfasına nasıl girdiğini hatırlamıyordu. Tek hatırladığı şey malum dersin karşısında gördüğü iki harfti "FF". Başı dönmeye midesi bulanmaya başladı. Hemen ertesi günü otobüsle Ankara'nın yolunu tuttu. Hiç vakit kaybetmeden üniversitede hocasının odasına kapıyı çalmadan tüm siniriyle girdi. Fikret hoca hiç telaşlanmamıştı. Sanki bunu bekliyor gibiydi. "Sınıftaki herkesten en az 5 kat daha fazla çalıştım ve daha herkesten daha iyiyim. Sınavda herkes en fazla 2 kağıt alırken ben 5 tane kağıt doldurdum. Bazı yerlerde çarpma işlemi yerine daha açık olsun diye toplama işlemi yaptım. Ve hatta kahrolası 2 parmak boşluğu cetvelle belirleyip bıraktım. Ve bu dersten FFle kaldım. Hocam bu sefer neyi unuttum en azından bir açıklama bekleme hakkım var galiba" dedi. Fikret hoca sandalyesinde doğruldu ve sakin bir şekilde konuşmaya başladı "Sınıfta hiç tanıdığın yok, arkadaş edinmeyi unuttun, derslere çalışmaktan kız arkadaşınla yıl dönümünüzü unuttun, aileni sadece paran bittiğin zaman arayarak onlarla ilgilemeyi unuttun en basit haliyle kendi hayatını yaşamayı unuttun" dedi. Affallamıştı söyleyecek bir laf bulamıyordu. Fakat hocasının sözleri daha bitmemişti "Ve en önemlisi sınav kağıdına isim yazmayı unuttun" diyerek konuşmasını bitirdi ve bilgisayarının başına döndü. Bilincini kaybetmiş bir şekilde hocaya bakıyordu. Sonra kendine geldi ve evinin yolunu tuttu. Hocaların ofislerinin önlerinden geçerken ismini hatırlayamadığı hocası bir öğrencisine "olağanüstü ile olağan insanlar arasındaki tek fark, küçük bir "üstü"dür" diyordu.